Çeşmenin yanından dönüp de bahçesinde dev gibi yükselen heybetli çamı tekrar gördüğümde, kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Buna nasıl dayanacaktım bilmiyordum. Yaşlı evin merdivenlerini çıkarken, nakliyat firmasından gelen işçiler de son kolileri aracın kasasına yüklemiş ve orayı, bir daha geri dönmemecesine terk ediyorlardı.
Elim titreyerek anahtarı çevirdim. Kapının sesi boş evin içinde vahşi bir kısrağın kişnemesi gibi yankılandı. Gördüğüm manzara karşısında donup kalmıştım. Fark ettim ki doğduğumdan beri yaşadığım bu evi ilk defa bomboş, eşyasız bir şekilde görüyordum. Garipsedim, yabancılaşmıştım. Sonra odalara bakmak ve unutulan bir şeyler var mı diye kontrol etmek istedim. Her adım atışımda yankılanan ses kulaklarımı tırmalıyordu.
Önce mutfağa gittim. Küçüktü belki ama önemli miydi bu? Yıllarca burada ne yemekler pişmişti. Eskiden, bayramlarda annem günler öncesinden yemekler yapmaya başlardı. Bir orduya yetecek kadar yemek pişirilirdi o zamanlarda. Birden kendimi havayı koklarken buldum. O su böreğinin, zeytinyağlı yaprak sarmalarının kokusu burnuma gelmişti adeta.
Yatak odasına geçtim sonra. Tuvalet masasının izi hala yerindeydi. Gitarımı boynuma asıp, o büyük aynasının karşısına geçip ergen yaşlarda, ilk konserimi verdiğimi anımsadım yüzümde hafif bir tebessüm ile…
Sonra salona uğradım. Ablam ve benim tarafımdan en çok eleştiri alan odasıydı evin. Sadece misafir geldiğinde oturulurdu salonda, o pufidik minderli koltuklarında. Anneme şakayla karışık “Madem böyle bir oda var, illa misafir geldiğinde mi oturmalıyız?” diye söylenir ve otururduk ablamla karşılıklı. O bayramlarda, davetlerde, özel gün ve gecelerde az kişi ağırlamadı orası. Şimdi hayaletlerini görüyorum o insanların. Sanki hala orada, hala o leziz sohbetlerini ediyorlar.
Adımlarım beni odama, daha doğrusu bir dönem sürekli ama ablam taşındıktan sonra, sadece buraya geldiğinde paylaştığım odamıza götürdü yavaş yavaş. Kapısını açarken sanki aynı eşyalar ile görecekmişim gibi hissettim. Sanki her zaman olduğu gibi odama giriyordum. Ama bir kez daha boş bir odayla karşılaşmak beni gerçeğe geri döndürdü. “Ah şu oda duvarlarının dili olsa da konuşsa” diye düşündüm. Ablamla uzun geceler boyu geçen sohbetlerimizi mi anlatırlar, dostlarımla birlikte oturup içki içtiğimiz zamanları ve yaptığımız besteleri mi dillendirirler, sevgililerimle baş başa geçirdiğim romantik ve tutkulu anları mı utanarak söylerler, yoksa yalnız başına geçirdiğim ve kimi zaman hayatı sorguladığım, kimi zaman da ağladığım anları mı fısıldarlar… Tüm o anıların sesleri odanın içerisine hapsolmuş gibiydi.
Tam odadan çıkacaktım ki kapının ardında işçilerin almayı unuttukları bir koliyi gördüm. Sürükleyip koliyi antreye doğru geçtim. Merdivenin başına oturdum. Kolinin ağzı henüz bantlanmamıştı. İçini açıp baktığımda “Yeşil Tabağı” gördüm. Çıkardım içerisinden ve kucağıma aldım. Yeşil Tabak, çocukluğumdaki en değerli eşyalarımı ve şekerlerimi içine koyduğum, zaman zaman kenarında köşesinde oyuncak adamlarımı yürüttüğüm, arabalarımı sürdüğüm, evimizin önemli bir eşyası olan camdan yapılma, antika koca bir çanaktı. Ama adı hep "Yeşil Tabaktı".
Kucağımda Yeşil Tabak, merdivende oturup bahçeyi izlerken aklıma ben daha 4-5 yaşlarındayken çekilmiş bir fotoğraf geldi. Aynı yine bu merdivende çekilmiş bir fotoğraf. Şu an tam oturduğum bu basamakta dedem oturuyor, onun hemen altındaki basamakta babam ve bir basamak daha altta ben oturuyordum. O fotoğrafı çok anlamlı ve imgesel bulmuşumdur hep. Üç kuşak anlam, önem ve yaş sıralamasına göre merdivende yerlerini almıştı o pozda.
Ve o an işte daha fazla kendimi tutamayarak gözyaşları içerisinde hıçkırıklara boğuldum. Yanaklarımdan süzülen yaşlar çenemde birikip Yeşil Tabağın içerisine damlıyordu. Bir kez daha Yeşil Tabak en değerli şeylerimi koruyordu…
(Müzik: Mirkelam - Hatıralar)