16 Nisan 2010 Cuma

KİBRİT KUTUSU



Yaklaşık üç haftadır evden çıkmıyordum. Bütün zamanımı televizyonun karşısındaki kanepe, mutfak ve tuvalet arasında geçirir olmuştum. Sürekli televizyon seyrediyor, seyrederken de bir şeyler yiyor ve içiyor, daha sonra da onları vücudumdan atmak için tuvalete gidiyordum. Gündüzleri genelde uyuklayarak geçiriyordum. Akşam üzerine doğru uyanıyor ve kendime gelmeye çalışıyordum. Kendime geldiğimde de zaten akşam olmuş oluyordu.

Geceleri televizyon kanallarının verdikleri salak dizileri seyrediyorum diğer insanlar gibi. Ama onlardan tek farkım bu dizilerdeki hayatın gerçek hayatla alakası olmadığının farkında olmamdı. Sadece izliyordum. Bazen spor seyrediyordum. Daha eğlenceli oluyor onları seyretmek. Mutlu olduğumu hissediyorum. Kimi zaman futbol, basketbol, kimi zaman da motor sporları. Biralarımı –bazen de şarabımı, bu programları seyrederken tüketiyordum genelde. İçkinin sonlarına doğru da sabahın köründe yayınlanan kadın programlarının tekrarlarını seyrediyordum. “Sabah Akşam Selda Saydıran” , “Kadınların Sessiz Çığlığı” , “Sabah Çikolataları” gibi isimleri vardı hepsinin. Bir grup feminist kadının kendilerini küçük düşürüp rezil olmalarından başka bir şey yoktu o programlarda. Gereksiz yere çırpınıyorlar. Feministliğe karşı değilim. Hatta bir erkek olsam da bende de feminist bir yön var. Bence de kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmalılar. Ama yine de eşit olamayacakları belirgin noktalar var. Detaylara inince o insanların savunduklarıyla yaptıkları arasında büyük çelişkiler görüyorum. İşte benim katlanamadığım ve de kızdığım nokta burasıydı.
 

Yaklaşık üç haftadır böyle yaşıyordum. Marketten sipariş ettiğim içkilerimi ve sigaralarımı getiren çırak ve de bir haftadır sürekli susmayan telefonumdaki yanlış aramalar sonucu konuştuğum insanlar dışında kimseyle iletişim halinde değildim. Neredeyse asosyal bir insan olup çıkmıştım.
 

Ah, evet bir haftadır susmayan telefonum. Nasıl böyle bir karmaşa oldu bilmiyorum ama son derece sinir bozucu bir durumdu bu. Telefon numaram bir kebapçı dükkanının numarasıyla karışmıştı. İnsanlar sürekli arayıp bir şeyler sipariş ediyordu.
 

“Alo?”
 

“Alo, iyi günler beyefendi. İki adana dürüm sipariş edecektim. Gül bahar sokak Yay-Yat Mobilya Beyoğlu.”
 

“Kardeşim bir yanlışlık oldu herhalde. Burası kebapçı değil, ev burası.”
 

“Olsun.”

“Alo?”
 

“Alo! Ben Partex’ten Murat. Bana İskender gönderir misiniz? Ama tereyağı bol olsun. Geçen sefer azdı. Eti de bol olsun, o kadar para veriyoruz değil mi? Ha yanında da iki ayran, kapalı olsun. Hadi canım benim, bekliyorum.”
 

“Ama beyefendi… Alo? Orada mısınız? Alo?”

“Alo?”
 

“Ne haber canım? Ben Tülay. Benim ofise her zaman ki diyet salatamdan yollar mısın lütfen?”
 

“Hanım efendi kebapçıyı aradınız ama yanlış arıyorsunuz, burası ev.”
 

“Nasıl yani?”
 

“Baya işte. Ev yani”
 

“Ama nasıl olur?”
 

“Bilemeyeceğim hanımefendi, size de iyi günler.”
 

Bir süre şaşırmıştım. Gerçekten de nasıl olabilirdi bu? Sonra bununla baş edebileceğimi düşündüm ve işin biraz zevkini çıkarayım dedim.
 

“Alo?”
 

“Alo, Sinan orada mı?”
 

“Hayır siparişe gitti.”

“Hadi ya, o zaman gelince Mert’in aradığını söyler misiniz? Önemliymiş dersiniz.”
 

“Tabi söylerim beyefendi, size de iyi günler."

“Alo?”

“Alo, ben Hamdi, ne haber?”

“Teşekkür ederim Hamdi Bey, siz nasılsınız?
 

“Sağ ol ben de iyiyim. Ne olsun, iş güç işte. Bana yarım ekmek et döner, bir de kola.”
 

“Üzgünüm Hamdi Bey, et dönerimiz kalmadı. Tavuk versek olur mu? Tamam Hamdi Bey, hemen yolluyorum oğlanla. Eyvallah.”

Ama eğlence bir yerden sonra yok oldu, iş çığırından çıkmaya başlamıştı. Telefon susmak bilmiyordu. Bu durum bir hayli can sıkıcı hale dönüşmüştü. Ben de telefonun fişini çekmekte karar kıldım. Ne var ki bu sefer de telefonun sessiz sessiz bana bakması rahatsız etmişti beni. Odanın içini sinir bozucu bir sessizlik sarmıştı. Ya önemli bir şey olursa? Biri, gerçekten bana ihtiyaç duyacak biri beni ararsa ve telefon cevap vermediği taktirde başına kötü bir şey gelirse? Ya da ne bileyim, belki Avrupa’da hiç tanımadığım bir akrabamdan bana miras kalırsa ve avukatları beni ararlarsa, ulaşamayınca da bütün mirası oraya buraya bağışlarlarsa. Evet farkındayım fazla paranoyaklık ediyorum ya da çok hayal kuruyorum. Siz ne derseniz deyin artık.
 

En iyisi telefonun fişini tekrar takmaktı. Öyle de yaptım. Tabi akabinde de telefonlar yine çalmaya başlamıştı.
 

“Alo?”
 

“Alo Güneş, ne haber ağabey?”
 

“Adana, Urfa, İskender kebaplarımız var, et döner, tavuk döner, pilav üstü kuru… Ne arzu etmiştiniz beyefendi?”
 

“Oğlum Güneş!? İyi misin baba ya? Ne döneri, ne kebabı? Tanımadın mı beni?”
 

“Tayfun?”
 

“Evet! Hayırdır iyi misin?”
 

“Ya yok bir şey, iyiyim iyi… Uzun hikaye, anlatırım belki sonra… Sen nasılsın, nerelerdesin?”
 

“Ben de fena değilim. Bildiğin gibi Anadolu Turnesine çıkmıştık. Yeni bitti. Cuma günü de Viyana’ya uçuyorum, tatile…”
 

Tayfun, yeni piyasaya atılan ve kısa sürede önemli bir yol kat edip şöhreti kucaklayan bir rock grubunda solistlik yapıyordu. Çocukluğundan beri rahat büyümüş, ailesi ona her türlü maddi manevi desteği sağlamıştı. Bunun için hep biraz şımarık ve de rahat davranan biri olmuştu. Yakışıklıydı da… Bildim bileli kızlar hep onun etrafında pervane olmuşlardı. Kısacası imrenilecek bir yaşamı vardı.
 

“Baba uzun süredir görüşemedik seninle. Yarın benim evimde küçük bir parti veriyoruz. Sen de gelir misin diye soracaktım. Laflarız biraz hasret gideririz.”
 

“Bilemiyorum Tayfun… Aslında fena olmaz ama… Kimler olacak?”
 

“Çok değiliz. Birkaç eş dost… Seversin onları, iyi tiplerdir.”
 

“Peki Tayfun. Saat kaçta, nerede?”
 

“Saat beş gibi gelirsin. Adresi de vereyim sana…”
 

Ertesi gün öğle saatlerinde evden çıktım. Üç haftadır evden ilk defa dışarı çıkıyordum. Bu içimde tarifi garip bir duygu hissetmemi sağladı. Çocukken çiğnediğim bir sakıza benziyordu bu duygunun tadı. Sakızı ağzına atınca ilk önce gözlerinin sulanmasını sağlayan bir tat veriyordu. Ekşimsi bir tattı… Gözlerim deli gibi yaşarırdı. Daha sonrasında ise klasik bir tatlı sakız tadı verirdi. İşte üç hafta sonra evden ilk defa dışarı çıkınca buna benzer bir duygu hissetim içimde. Ekşimsi ama bir o kadar da tatlı.  

Verilen adresi bulmakta biraz zorlandıysam da en sonunda Tayfun’un evini bulabilmiştim. Güzel bir eve benziyordu dışardan. Büyük, geniş, parlak ve içinde pahalı mobilya ve ev aletleri barındıran bir evi andırıyordu. Bu adam sıkı para vurmuş anlaşılan diye içimden geçirdim.

Kapıyı çaldıktan kısa bir süre sonrasında kapıyı esmer güzeli bir bayan açtı. Bir an dona kaldım. Kadın gerçekten de çok güzeldi.
 

“Eeee, şey… Ben… Ben Tayfun Bey’e gelmiştim. Ama sanırım…”
 

“Ah! Evet, burası onun evi, ancak kendisi şu an evde değil. Siz kimsiniz?”
 

“Ben onun çocukluk arkadaşıyım, adım Güneş. Bu akşam parti veriyormuş sanırım, beni de çağırmıştı da.”
 

“Ah, evet Güneş Bey. Tayfun bana sizden bahsetmişti, lütfen girin içeri, keyfinize bakın.”
 

Kapıdaki bu kısa sohbetten sonra içeri girdim. Salona buyur etti beni ve birazdan geleceğini söyleyip salondan çıktı.
 

Ev gerçekten dışarıdan göründüğü gibi gayet lükstü. Tahmin ettiğim üzere pahalı mobilyalar ve eşyalarla süslenmişti. Anladığım kadarıyla hiçbir masraftan kaçınılmamıştı. Büyük bir yemek masası, gayet şık bir yemek büfesi, bir o kadar güzel oturma grubu, led tv, müzik seti, kısacası her şey son model ve lükstü. Fütürist bir tarzı vardı evin. Ancak kafama şu takılmıştı; evinde fazla oturmayan biri için bu kadar masrafa gerek var mıydı? Her ne olursa olsun güzel bir evdi. Derken kadın salona girdi. Üzerini değiştirmiş, siyah, omuzlarını açıkta bırakan bir bluz giymişti, altında ise mini bir etek.
 

“Size kendimi takdim edemedim Güneş Bey. Ben Tayfun’un grup arkadaşı Begüm.”
 

Tayfun’un grubunda bir kadın olduğunu bilmiyordum ama pek de şaşırmamıştım. Zira çevresinde kızlar olmasından hep mutlu olmuştur. Muhtemelen de sevgilisidir diye düşündüm.
 

“Memnun oldum Begüm Hanım.”

“Tayfun bana sizden bahsetmişti. Sanırım çocukluk arkadaşıymışsınız?”
 

“Evet, baya eski bir dostluğumuz vardır. Ama o müzik işine iyice atılınca pek sık görüşemez olduk haliyle.”
 

“Anlıyorum. Bu arada bir şeyler içmek ister misiniz? Size ne ikram edebilirim?”
 

“Eğer varsa soğuk bir bira rica edeyim ben”
 

Kadın kırıtarak mutfağa, içkileri hazırlamaya gitmişti. Ben de salonu biraz süzüyor, anlamsızca bibloları elliyor, fotoğraflara bakıyordum. Ama daha çok müzik sistemi ilgimi çekmişti. Pahalı bir sistemdi ve plak arşivi gerçekten çok zengin ve kaliteliydi. Plakları karıştırırken “En azından bunlara verdiğin paraya değmiş” diye geçirdim içimden.
 

“Buyurun Güneş Bey.” sesiyle irkildim birden.
 

“Ha? Ne? Efendim?”
 

“Biranız”
 

“Haa… Evet… Teşekkür ederim”
 

Biraları içerken rahatsız edici bir sessizlik olmuştu. Üç hafta sonrasında ilk defa insan içine çıktığımdan kendimi hala garip hissediyordum. Üzerine bir de güzel bir kadınla yabancı bir evde yalnız kalmak beni daha da rahatsız etmişti. Tahminimce o da bu sessizlikten rahatsız olmuştu.

“Sigara içebilir miyim?”
 

“Tabi ki. Size kül tablası getireyim ben.”
 

Kadın içeriden bir kül tablası getirdi.
 

“Siz içer misiniz?”
 

“Eh, madem sordunuz alayım bir tane” dedi hafif bir tebessümle.
 

Gömleğimin cebinden sigara paketini çıkartıp uzattım bir tane. Bir tane de kendime aldıktan sonra kibritle yaktım her ikisini de.

Sigaramı içip biramı yudumlarken pek kadına bakmamaya çalışıyordum. Genelde ya önümdeki sehpaya bakıyor ya da odanın içerisinde göz gezdiriyordum. Kadınsa sehpanın üzerinde duran dergilerden birini almış, sayfalarını karıştırıyordu.

Bu tuhaf sessizlik kapının çalmasıyla bozuldu. Gelenler diğer konukların bazılarıydı. Yine Tayfun’un gruptan, piyasadan arkadaşlarıydı. Az önceki gerginliğim yerini bu defa başka bir gerginliğe bırakmıştı. Şimdi de tanımadığım bir sürü insan ile iç içeydim.
 

Zaman ilerledikçe arada kapı çalıyor ve yeni birileri geliyordu. Kimisiyle küçük zoraki sohbetler ediyordum.
 

“Evet, o albümü beğenmiştim ben de”

“Yok o konsere gidememiştim”

“Bilmiyorum, tanımıyorum”

“Ben karşı tarafta oturuyorum”

“Evet bir bira daha alabilirim”
 

Saat ilerliyor ama Tayfun hala ortalıklar da yoktu. Bu arada Begüm’le zaman zaman göz göze geliyorduk. Gülümsüyordu, şerefe diyordu. Ben de biraz çekingen bir tavırla ona karşılık veriyordum. Onun bu sıcak tavrı hoşuma gitmişti ama Tayfun’un sevgilisi olabileceğinden çok da fazla karşılık vermek istemiyordum.
 

“Şey… Acaba lavabo ne tarafta?” diye sordum yanımdakine.
 

“Koridorun sonunda solda. Ama galiba dolu şimdi. Çok sıkıştıysan yukarıda da var bir tane. İstersen onu da kullanabilirsin” dedi.
 

Yok beklerim diyecektim ama bekleyecek halim kalmamıştı artık.
 

“Yukarıda nerde?” diye sordum
 

“Merdivenden çıkınca soldaki ilk kapı” dedi adam.
 

Yukarı çıktım ve girdim lavaboya. Evin diğer yerleri gibi orası da lüks döşenmişti. Klozetin tam karşısına gelecek hizada küçük bir LCD televizyon vardı. Hatta duşa kabinin içinde müzik dinlenebilecek bir sistem bile vardı.
 

İşimi hallettikten sonra ellerimi yıkamak için lavaboya döndüm. Sıvı sabunluk bile elektronikti. Nasıl çalıştığını anlamaya çabalarken, biraz da çakır keyif olmanın etkisiyle aleti elimden düşürdüm. Alt kapağı çıkmış, pilleri etrafa dağılmıştı.

“Hay sıçayım senin yapacağın işe!”
 

Yerden parçaları aldım. Takmaya çalıştım ama olmuyordu. Kapağın çentik yeri kırılmış ve tutmuyordu. En nefret ettiğim şeylerden biri başıma gelmişti. Başka birisine ait olan bir şeyi bozmak, kırmak.
 

Aslında hiçbir şey olmamış gibi çıkabilir, aşağı inebilirdim. Kimin yaptığı da bilinmez. Ya da ota boka deli gibi para harcayan biri için çok mu önemliydi bu alet? Hayır tabi ki. Ama ben yine de o kapağı tutturmak için işe yarayabilecek bir şeyler bakınıyordum banyonun içinde. Dolaplara falan baktım fakat hiçbir şey bulamadım.
 

Bari bir sigara içeyim, belki o zaman bir çözüm bulurum diye düşündüm. Banyonun camını açıp klozete oturdum. Bir sigara yaktım. Bir yandan sigaramı içiyor ve kapağı tutturmak için ne yapabilirim diye düşünüyor, bir yandan da kibrit kutusuyla oynuyordum. O anda beynimde şimşekler çaktı. Kibrit kutusunu kullanabilirdim.
 

İçinden kibritleri boşalttım ve bir bölümünü yırttım kutunun. Kapakla makine arasına sıkıştırdım elimdeki parçayı. Gerçekten işe yarıyordu. Olacaktı ama biraz ince gelmişti elimdeki parça. Biraz daha büyük parça yırtarak bir daha denedim. Ve bu sefer olmuştu. Sanki hiç kırılmamış gibiydi. Anlaşılmıyordu. En azından bir süre anlaşılmayacaktı.
 

Sonra yaptığım bu şeyin aslında ne kadar saçma olduğunu fark ettim. Üstelik kibritleri koyacak bir kutum da yoktu artık. Kutudan geriye tek kalan, o kibriti çakmaya yarayan zımbırtı bölümü ve yarı ıslanmış kibritleri gömlek cebime koyup çıktım banyodan. Alt kata, insanların yanına indim tekrar.
 

Merdivenlerden inerken Tayfun’un sesini duydum. Gelmişti sonunda. Yanında Begüm vardı. Yanlarına doğru gittim.
 

“Tayfun?”
 

“Vay! Güneş! Ne haber baba ya?”
 

“İyidir senden?”
 

“Eyvallah. Nasıl gidiyor hayat? Görüşemedik uzun süredir.”
 

“Ya evet öyle oldu. Nasıl gitsin, bildiğin gibi aynı şeyler. Şimdi de geldim buraya işte.”
 

“Kusura bakma geç kaldım ben de. Hesapta olmayan bazı işler çıktı. Menajerle onları hallediyorduk. Sen sıkılmadın umarım burada?”
 

“Yok canım estağfurullah. Zaten sevgilin ilgilendi benimle.”
 

“Ne? Sevgilim mi?” dedi Tayfun ve Begüm’le birlikte gülmeye başladılar.
 

“Şey… yanlış bir şey söyledim galiba.”
 

“Begüm’ü manitam mı sandın?”
 

“Eee… evet…”

Tayfun gülerek:
 

“Yok be oğlum. Begüm bizim grubun bas gitaristi ama biz ona Rahibe Teresa deriz. Hoş hatundur, çok erkek takılır ona ama o kolay kolay kimseyle sevgili olmaz. Hatta grupça iddiaya bile girdik ilk kime göz kırpacak diye. Bana bile kırpmadı, düşün artık.”
 

“Sen bakma bu salak şeye Güneş’çim. Beni tavlayamadılar ya o yüzden böyleler” dedi Begüm gülerek.
 

“Ooo Güneş’çim falan? Hayırdır?”
 

“Yok canım. Sadece birer bira içtik. Sonra da zaten diğer misafirlerin geldi” diyerek araya girdim hemen ben.
 

“Evet, maalesef yalnızlığımız biraz kısa sürdü” dedi Begüm bana göz kırparak.
 

“Vay vay vay… Göz kırpmalar falan” dedi Tayfun.
 

“Ehe ehe… yok canım… yani şey…” diyebildim ancak. Kızardığımı hissediyordum.
 

Yanımdan gülerek ayrıldılar ve diğer arkadaşlarıyla sohbete daldılar. Ben köşede neredeyse kalp krizi geçirecek bir haldeydim. Kalbim hızla çarpıyor, ellerim hafif titriyor soğuk terler boşanıyordum. Begüm’ün bu sıcak ve samimi tavrı beni etkilemişti. Zor bir kız olduğu belliydi ama galiba bana pas atıyordu. O anda, bir de onunla yalnız, baş başa zaman geçirdiğim zaman aklıma gelince içim daha da bir tuhaf olmuştu.
 

“Oğlum Güneş sen ne bok yedin lan!? Allah belanı versin!” diye kendime kızdım.

Böyle kızlar her zaman insanın karşısına çıkmazdı çünkü. Ve ben elimdeki büyük bir fırsatın saatlerdir farkında değilmişim.
 

“Tamam Güneş. Önce bir sakinleş, derin derin nefes al. Ya da siktir et nefesi en iyisi bir sigara yak”
 

Cebimdeki paketten bir sigara çıkarttım. Ve kibrit kutusundan geriye kalan parçayı… Ve yarı ıslanmış olan kibritleri… Yakmaya çalışıyordum ama yanmıyordu meret. Kibrit yanmayınca ben daha da panik yapmıştım ve birkaç tane kibriti de bu yüzden kırmıştım. Sonunda bir tanesini çakmayı becerdim ve sigaramı yaktım.
 

Derin derin içime çekiyordum dumanı. İyi gelmişti. Bir yandan çaktırmadan Begüm’ü kesiyordum. Onun ilgisini nasıl çekebilirdim, nasıl sohbet açmalıydım acaba? Müzikten sohbet etsem kız beni ezip geçer. Ben sadece basit bir dinleyiciydim. Sinema? Yok yok, o da çok klasik olacaktı. Zaten epeydir vizyonu da takip etmemiştim. Tayfun’u mu devreye soksam acaba? Ama bunca zaman sonra çocukla karşılaşmışım, beni davet etmiş. Şimdi böyle bir şey dersem ayıp olur sanırım.
 

Ben bu düşünceler deryasında suyun yüzeyinde kalmaya çalışırken, Begüm diğer insanlarla sohbet ediyor, gülüyor, eğleniyordu. Onun kahkahaları, mitolojideki Siren’lerin denizcileri büyülediği gibi beni büyülemişti. Ben bu büyünün etkisindeyken omzumda bir el hissettim.
 

“Senden hoşlanmış…” dedi Tayfun.
 

“Ne? Kim?”
 

“Begüm diyorum…”
 

“Nasıl yani? Nerden biliyorsun?”
 

“Onu çok iyi tanırım. Bu haline birkaç kez şahit olmuştum. Birinden hoşlandığı zaman bunu yapar. Önce bir süzer pek konuşmaz. Sonra ufak bakışmalarla ilk adımını atar ve sonra hiç ilgilenmiyormuş gibi yapar. Tıpkı şu an seninle ilgilenmediği gibi.”
 

“Ama ben nerden başlayacağımı dahi bilmiyorum. Selen beni terk edeli bir yıl olacak neredeyse ve ben bir yıldır kadınlarla pek bir şey yaşamadım. Üstelik üç haftadır da evden hiç dışarı çıkmadım. Kendimi şu an aptal gibi hissediyorum Tayfun.”
 

“Hadi gel yanlarına gidelim. Arada sohbete girersin sen de ve her şey kendiliğinden gelişir. Takma bu kadar kafana. Rahat ol.”
 

“Senin için demesi kolay tabi.”
 

Bardağın dibinde kalan birayı kafama diktim ve sigaramı söndürüp Tayfun’la birlikte grubun yanına gittik. Ortada dönen belli bir sohbet konusu yoktu. Oradan buradan konuşuyorlar, geyik çeviriyorlardı. Arada birilerini çekiştirip gülüşüyorlardı. Ben de bazılarına yorumlar ya da espriler yapıp sohbete ortak olmaya çalışıyordum. Bu durum Begüm’ün hoşuna gitmişti galiba. Yaptığım esprilere gülüyordu ve arada küçük bakışlar atmaya başlamıştı yeniden.
 

Ama grup içerisinde biri vardı ki zaman zaman Tayfun’un etkisini bile bastırıyordu. Cem… Çok yakışıklı değildi belki, en azından Tayfun’dan daha iyi değildi. Ama en iyi esprileri o yapıyor ve herkes ona çok gülüyordu. Sohbetin odak noktası gibi bir şey olmuştu bir süre sonra. Ve Begüm artık onun yaptığı esprilere daha çok güler olmuştu. Cem ise bunun farkında olacak ki Begüm’e laflar atıyor, onunla konuşmaya çalışıyordu. Onu kaybediyordum yavaş yavaş.
 

Bir ara Begüm’ün mutfağa doğru gittiğini gördüm. Ardından da Cem… Önce bu durumdan işkillenmek istemedim. Ama aradan iki üç dakika geçmiş ve hala ikisi de salona gelmemişti.
 

Tuvalete gitmek için salondan çıktım. Mutfak tuvaletten hemen önceydi. Böylece mutfakta birlikteler mi, ne yapıyorlar görebilirim diye düşündüm. Mutfağın önünden geçerken göz ucuyla içeri baktım. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Begüm tezgaha yaslanmış birasını yudumluyor, Cem ise neşeli bir şekilde ona bir şeyler anlatıyor, Begüm’ü kahkahalara boğuyordu.
 

Sinirle tuvalete girdim. Moralim iyice bozulmuştu. Keşke saatler önce bunun farkında olsaydım. O zaman belki bu durumlara gelmezdi. Şu an mutfakta olan ben, tuvalette olan da Cem olabilirdi.
 

Yüzümü yıkadım. Soğuk su beni biraz kendime getirmişti.
 

“Tamam Güneş. Şimdi içeri gidiyorsun ve hiçbir şey görmemiş gibi davranıyorsun. En iyi esprilerini yap. Eskiden bu konularda çok iyiydin. Selen’i çok güldürürdün. Ah Selen… Neden gittin ki? Seni çok özlüyorum. Ne diyorum ben ya? Selen’i unut. O iş biteli bir sene oldu. Şimdi git ve Begüm’ü geri kazan. Öhöm! Ihım! Tamam. Hazırsın.”
 

Tuvaletten çıkıp tekrar salona girdim. Begüm ile Cem beyler teşrif etmişlerdi yine salona. Yanlarına gittim. Begüm’ün hemen yanında, solunda duruyordum. Sağ tarafında ise Cem vardı.
 

Sohbete girmek için fırsat kolluyordum. İyi bir yer yakalayıp, güzel bir espri patlatırsam dizginleri ele alabilirdim. O sırada Begüm sehpanın üzerinde duran sigara paketine uzandı. İçinden bir tane sigara çıkarttı ve ağzına götürmeden durdu bir süre.

“İşte bu oğlum Güneş! Aradığın fırsat bu…” dedim içimden. Eğer sigarasını yakarsam tekrar onun ilgisini çeker ve onunla gruptan ayrı sohbet etmeye başlayabilirdim.

Hemen elimi cebime attım kibriti çıkartmak için. Ama o an ne büyük bir aptallık yaptığımı bir kez daha anladım. Tüm kibritler cebimde dağılmıştı. O kutuyu yırtmayacaktım. Ne uğraşırsın ki zaten!

Güç bela da olsa bir kibriti cebimden çıkartmıştım ve hemen kağıt parçasına sürtmeye başladım. Bir türlü çakmıyor, alev almıyordu. İyice paniklemiştim. Hızlı hızlı kibriti kağıda sürtüyordum.

O sırada bir sessizlik olduğunu fark ettim. Kafamı kaldırdığımda herkesin bana baktığını gördüm. Ardından bir metal sesi çınladı kulağımda. Ve sağ tarafta bir alevin parladığını fark ettim. Cem zippo çakmağını çıkartmış Begüm’ün sigarasını yakıyordu. Ben hala histerik bir şekilde kibriti çakmaya çalışıyordum.

Begüm sigarasını yaktıktan sonra Cem’i yanağından öptü. Ve o sırada ikinci bir alev daha fark ettim. Kibritim yanmıştı. Elimde yanan bir kibritle kalmıştım. Herkes bana bakıyordu. Bense bir kibrite, bir Begüm’e… Parmaklarım yanmadan ateşi üfleyerek söndürdüm. Ve söndürmemle birlikte bir kahkaha koptu salonda. Herkes deli gibi gülüyordu. Sanki krize girmişlerdi. Evet, sonunda istediğim olmuştu. Herkesi çok güldürmüştüm. Ama Begüm’ü de kaybetmiştim.

Bu olaydan sonra bir köşeye çekilmiş ve arada Tayfun dışında gece boyunca kimseyle bir daha konuşmamıştım. Moralim çok bozulmuştu. Tek derdim biramı içip biraz sarhoş olmak ve gecenin bitmesini beklemekti. Öyle de yaptım.

Gecenin sonunda Tayfun’un evinden ayrılırken, onları el ele tutuşur bir şekilde gördüm en son. Taksiye binip evin yolunu tuttum. Bir an önce eve varmak ve biraz daha içip sızmak ve bu olayı unutmak istiyordum.

Yol üstünde bir tekelin önünde durup içki aldım.

Sonunda eve varmıştım. Hemen bir bira açtım ve kafama dikip bir iki dakikada bitirdim. Ardından ikinciyi açtım. Üçüncüyü… Dördüncüyü…

Telefonun sesiyle uyandım. Öğlen olmuştu neredeyse.

“Alo?”

“Alo, iyi günler. Üç porsiyon adana, iki tane de mevsim salatası sipariş edecektim. İçecek olarak da 3 tane kola lütfen. Adresi veriyorum…”

- SON -

2 yorum:

Karōshi dedi ki...

sonu güzel bağlanmış.. tam benlik:) hikayede başa gelen de benlik.. :=)

Onur Diribaş dedi ki...

Zuihitsu, teşekkür ederim, beğenmene sevindim. :)