27 Eylül 2010 Pazartesi

ŞATO





Ah yine depresif kış moduna giriyorum.

Bu fotoğrafı bir blogda gördüm ve çok etkilendim. Burası Kadıköy'de bulunan tarihi Moda İskelesi. Etkilenmemin sebebi ise aynen bu manzaralar eşliğinde pek çok anımın olması.

Eskiden üst katı açıklıktı, çatısı yoktu ve harabe görünümündeydi. İlk içkimi burada içtim ben. Sene '99, aylardan sonbahar aylarıydı...

Kadraja sığmamış ama sol tarafta İstanbul'un Prens Adaları görünür. Sağ taraftan direk karşıya bakıldığında ise Sarayburnu ve Ahırkapı açıkları görünür. Güneşin batışını izlersin Ayasofya ve Sultanahmet Camii minareleri arkasından.

Ve kışın dalgalar kampçılar Moda sahillerini, kayalıklarını... Sert, serin bir rüzgarda korunak ararsın kendine. Sigaranın yarısını içer rüzgar seninle birlikte. Şarabına eşlik eder martılar.

"Şato" deriz biz bu mekana. Eskiden hüküm sürdüğümüz bu mekanda şimdilerde fincanı bir köpek öldüren fiyatına "cafe latte" satılıyor. Lüks motorlarından ve otomobillerinden "ciks" insanlar inip, mini eteklerini uçuşturmamaya gayret ederek yürüyorlar iskeleden. Halbuki bilseler yaslandıkları duvarlara işerdik biz bir zamanlar.

Gençliğimizin en hızlı zamanlarında, en tutkulu bestelerimizi rüzgara karşı seslendirirdik direklerinin arasında. Kuytusunda ilk kez bir kız yatmıştı dizlerime gün batımında.

Bu anlattıklarımın hepsi gerçek, hepsi yaşandı ve o günleri çok özlüyorum zaman zaman.

Ve yine sürükleniyorum bu fotoğraftaki gibi depresif, melankolik ruh hallerine. Sonbahar tüm hüznüyle çöküyor yavaş yavaş bedenime. Güneş artık içimi ısıtmıyor. Ve biliyorum ben istemesem de ayaklarım beni sürükleyecek rüzgarlı Moda Sahillerine... Bir kuytu köşe bulup sigaramı yakmaya çalışacağım, kulağımda beni benden alıp götüren müzikler olacak. Kayıp ruhlar gibi etrafımda dolanacak anılarım. Bir de varsa param, köpek öldüren şarabım...

(Müzik: Dire Straits - Brothers In Arms)


2 Eylül 2010 Perşembe

OLMAYANA MEKTUP



(Babamın, dedemin ölümünden tam 2 yıl sonra dedem Fahri Bey'e yazdığı mektup)


Bugün senden ayrılalı tam iki yıl oldu.

730 günün bir tanesinde bile seni göremedim. Elini tutamadım, yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım.

Evde tek başıma otururken, kapıda anahtar dönmedi ve sen içeriye girmedin. Yağmur indikçe bardaktan boşanırcasına, balkona çıkıp seyrederken sen yanımda yoktun.

Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'ne kalırken, G.S. şampiyon olurken sevinci o kadar yalnız yaşadım ki.

Apti, Yüksel, Fikret senin yokluğunu hiç aratmadılar, ne kadar iyi arkadaşlar seçmişsin kendine.

Bugün dudaklarımızda dualar sana geleceğiz bir kere daha, orada mısın diye soramıyorum bile.

Fatih Caddesi boynu bükük uzanıp duruyor, kara bir yılan gibi mahallenin ortasında. Her geçişimde kaldırımlara bakıyorum, Fötrlü Aslan geliyor mu diye. Hayır, yok.

Zırt pırt telefon çalıyor evde, yokluğun geliyor aklıma. Bir tek kişi de seni aramıyor, tuhaf değil mi? Oysa daha evvelden muhtarsın diye 10 telefonun 9'u senin için çalardı.

Yaz geldi geçti, bana "bu sene Trabzon'a - Erzurum'a gitmek istiyorum" demedin.

Artık yok evde gerdan haşlamaları, paça ve işkembeler. Kimse eve gelirken dolu filelerle gelmiyor.

Yaşamak canımı sıkıyor. Kimse senin aradığına dair 730 gündür not vermedi. 730 gündür bu kadar çabuk mu unuttun beni diye düşünüyorum zaman zaman. Ama beni unutmayacağını, unutmadığını biliyorum. Gelinini de, torunlarını da... Ama oralardan bir bağlantı kurulması mümkün değil.

Geçen gün Mehmet Bey ile beraberdim. Her karşılaştığımızda ilk olarak seni sorardı. Bu kez adını bile anmadı. Ama beni ne zaman görse, gözleri dolu dolu oluyor. Belki neler geçiyor aklından ama söylemiyor, söyleyemiyor.

Sen gittiğinden beri yine kapı çalınıyor, yine sütçü süt getiriyor. İşte televizyonda yine aynı haberler, değişen hiçbir şey yok. Yalnızlık, sensizlik dışında değişen hiçbir şey yok.

Seval Çekmece'den arıyor. Gönül de arar mutlaka. Başka da kimsemiz yok, biliyorsun.

Günler geçiyor babacığım. Her geçen dakikayı, beni sana yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm, zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye. Ama şimdi herşey tersine döndü.

Zaman zaman düşünüyorum, her mumluğa bir yıldız koparıp koysam gökyüzünden, ne kadar yakışırdı sana diye. Ve sonra söndürüp ışıkları evin içinde sanki sen divanda uzanmışsın gibi konuşuyorum seninle. Konuşuyorum... Konuşuyorum... Herşeyimi paylaşıyorum seninle. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

Herşeye tahammül edebiliyor insan. Allah böyle bir sabır vermiş kullarına. Ama tahammülü olmayan bir tek şey var. Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedebilmek... İşte ölmeden bu öldürüyor insanı.

Doğduğu zaman ismini severek ve çok gururlanarak koyduğun kraliçe Melike ile kardeşi Onur artık büyüdüler. Birbirlerine çok bağlılar. Aynur bizleri çekip çeviriyor. Ailemizin medar-ı iftiharı o.

Gönül her gece sizler için dualar okuyor. Herhalde bu bakımdan çok rahatsınızdır. Seval de sizleri tabi aklından hiç eksik etmiyordur.

Seni saygı ve sevgi ile arıyor, yüce Allah'tan rahmetler diliyoruz.

Hepimiz ellerinizden öperiz. Rahat uyuyun.


Oğlun Ünal
(24.12.1997)

1 Eylül 2010 Çarşamba

AYIŞIĞI SONATI




Ayrılma vakti gelmişti. Son kez sarıldım sana. Kollarımı sıkı sıkı doladım sıcacık bedenine. Doyasıya kokladım seni ve dudaklarına küçük bir öpücük kondurdum. Sonra sen soğuk demirlerin arasındaki sıcak koltuğuna oturdun. Tren yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı. Yüzüne son kez bir daha baktım. Ve öylece, hareketsiz bir şekilde son vagonun da gözden kaybolmasını izledim.

İçimdeki hüzünle birlikte eve vardığımda sessiz bir ev karşıladı beni. Sessiz ve sensiz... Ve soğuk... Mutfağa girdiğimde boş tabakları gördüm bulaşıklıkta ve şarap bardaklarını... Hala senden izler taşıyorlardı. Yediğimiz son yemeğin kırıntıları vardı içlerinde. Sonra salona doğru geçtim. Koltukta hala oturduğumuz yerlerin izleri duruyordu. Hafif çukurluklar ve potlamış kumaş... Sanki hala orada oturuyor gibiydin. Sonra karanlıkta ama ucunda ışık olan koridorda ilerledim. Tam banyonun yanından geçerken açık kapıdan içeriye doğru baktım. Duştan hala sular damlıyordu. Bir süre ağlarcasına damlayan duşu izledim.

Sonra odamıza girdim. Gözüme ilk ilişen yatağımız oldu. Uzun geceler boyu seviştiğimiz yatağımız. Dağınıktı ve orda da senin izlerin barınıyordu. Dokunsam hala sıcaklığını hissedecektim sanki. Sonra boy aynasında kendime baktım. Ama gördüğüm tek şey yalnızlığım oldu. Oysa her zaman her baktığımda aynaya, yanımda, solumda hep Sen'i görüyordum. Nasıl da alışmıştım buna... Derken gözüme komidinin üzerinde unuttuğun tokan ilişti. Bir sevinçle aldım avucuma ve kokladım onu. Kokun sinmişti ve hala buram buram Sen kokuyordun. O an daha fazla tutamadım göz yaşlarımı. Artık salıvermiştim onları. Gözlerimden yanaklarıma, oradan da çeneme... Ve çenemden damlayan o damla düştü avucumun içindeki tokanın üzerine...

(Müzik: Ludwig Van Beethoven - Moonlight Sonata)